Hayatımızın sonu dediğimiz her zaman biten sonlar hayatımızın bir başlangıcı olur esasında.
Hayatımızın sonu dediğimiz her zaman biten sonlar hayatımızın bir başlangıcı olur esasında. Bazen yaşadığımız her kötü olayları hayatımızın kâbusu diye kabullenmek istemeyiz. Kabullenmek demek yenilgiyi kabullenmektir belki de. Bazen insan ne yenilgiyi, ne de hayatına dair yaşadığı adı anılmayası zamanları hatırlamak istemez. Yeni doğan bir bebeğin ağlaması gibi, dünyaya gözünü açtığında nereye geldiğini bilmez halde bağıra bildiği kadar bağırır sanki imdat istercesine. Önemli olan imdat çığlığına yanıt vermek değil midir koşulsuzca.
Yüreğimin sıkıştığı, nefes bile almaktan yorulmuş bedenimin çürüdüğünü hissedercesine ruhumun hasta olduğu, kalbimin de bir o kadar yorgun olduğu bir sabahta kafamı yastıktan kaldırdım. Perdeleri bile açmak istemiyordum. Oysaki güneşin içeriye süzülmesi, kuşların cıvıldamasını duymak önceden bana huzur verirdi. Son zamanlarda duygularımın pörsüdüğünü hissedercesine yatağımdan kalktım. Canım kahvaltı yapmak istemiyordu. Kahve suyumu koydum. Bu sırada kapı zili çaldı. Kim o diye seslendim; kurye efendim diye seslendi. Kapıyı açtım, sipariş ettiğim daktilo kâğıtlarım gelmişti. Kuryeye ödemesini yapıp paketi içeriye aldım. Paketi açtım, krem rengini andıran kâğıtları çıkardım. Elimde bir fincan kahveyle kâğıtlara bakıyor, bir o kadar da bu kâğıtlar ne işime yarayacak diye kendimi sorguya çekiyordum. Uzun zamandır yazmayı bile unutmuştum. Yazmak benim için hayatta vazgeçilmezlerimin arasındaydı. Yazmak, mutluluğum, mutsuzluğum, üzüntüm, kederim, heyecanım. Hayalim, hayal kırıklığım daha ötesi yazmak hayatta benim her şeyimdi. Ama artık yazmayı bile beceremiyordum. Kendimi yalnızlığa mahkûm etmiş, her şeyden kendimi soyutlamıştım.Gidesim vardı buralardan.
Üzerime bir şeyler giyip dışarı çıkmak için hazırlandım. Çöp kutusundaki karalanmış onlarca kâğıtları kutusuyla beraber dışarıya koydum. Hava soğuktu, içim üşüyor, bedenim üşümüyordu sanki. Sokak ne kadar da sessiz ve sakindi. Kedi ve köpekler bir sağa bir sola koşuşturuyorlardı. Minik yavru kedilerin miyavlama sesi sokağı inletiyordu. Bütün sokak dökülmüş yapraklarla kaplıydı. Sanki herşey sonbaharın habercisiydi. Sonbaharın gelişiyle kırmızıyla yeşilin, sarıyla kahverenginin karışımındaki o muhteşem ahenk cümbüşündeki dökülmüş yaprakların renkleri arasında sonsuzluğa yürür gibi yürümek en sevdiğim heyecandı.
Epeyce yürümüştüm ayaklarım beni çok sevdiğim kuğu kuşlarının olduğu parkta getirmişti. Kuğu kuşlarının bembeyaz kanatlarıyla süzülüşü bir nebzede olsa yüzümü tebessüm ettiriyordu. Epeyce onları izledim. İzledikten sonra yürümeye başladım. Yürürken Bankta oturan bir yabancı adam dikkatimi çekti. Daha önce bu yabancı adamı buralarda hiç rastlamamıştım.Çok düşünceli duruyordu.Gözü taa uzaklarda birilerini arar gibi dalgındı. Usulca yanına oturdum, selam dedim. Beni duymadığını farz ederek tekrar selam efendim dedim. Yüzünü bana çevirerek selam dedi. Hiç konuşmadan gözümün ucuyla yabancı adamı süzüyordum. Yabancı adam 60-65 yaşlarında görünüyordu. Beyaz deniz dalgası saçları, bedeni zayıf, yüzü suya düşen ayın yansıması gibi parlak , hüzünlü, derin bakışlı kahverengi gözleri hep durgun ve dalgındı. Ağzında bir şeyler gevelercesine bir şeyler söylüyordu sanki. Efendim bana mı seslendiniz dedim, yanıt alamadım. Söylemlerimi bir kaç kez tekrarladım fakat yine yanıt alamadım. Sonra yanına biraz daha yaklaştım, söylediklerini duymak istedim. Özgürlük diyordu hüzünlü bir şekilde. Sözlerini 3-5 kez tekrarladı ve yerinden yavaşça kalkıp parkın çıkışına doğru yürümeye başladı. Arkasından meraklı gözlerle, o şaşkınlıkla uzun süre baktım. Her şeyin çilesi olduğu gibi özgürlüğün de bir çilesi varmış diye mırıldandım. Yabancı adam ne demek istemişti.
Her şey özgür değil miydi oysaki? Ağaçlar, kuşlar, kayalar, toprak, hava, su, deniz, güneş, ay, yıldız… yabancı adam özgürlük derken neyi kastetmişti. Bedenimin üşüdüğünü hissetmiştim artık. Banktan kalktım, yavaş yavaş yalnızlığıma doğru yürümeye başladım. Eve yaklaştığımda evin yakınlarındaki bakkaldan ekmek aldım. Eve gelinceye kadar her zamanki gibi ekmeğin yarısından fazlasını sokaktaki köpeklere ikram ettim. Köpekler hiç de hayır demiyorlardı, ne kadar ekmek verirsem vereyim teşekkür edercesine mahzun bir şekilde gözlerime bakıyorlardı. Evin bahçe kapısına doğru ilerledim. Sokak lambasının renginin eşliğinde çisem çisem yağan yağmurun altında epeyce ıslandım. Evin içine hiç de giresim gelmiyordu. Aklım yabancı adam da kalmıştı. Acaba adamcağızın bir derdi mi vardı? Eve girdim ve koltuğuma uzandım. Bir sigara yaktım, dumanlarını havaya üfleyerek özgürlüğe savruluşunu izledim.
Hey, orda kimse yok mu? Yok diyen bir ses demi yok diye haykırırcasına bağırdım. Bir kâbusla uyanarak yataktan fırladım. Kan, ter reva içinde uyandım. İstemsizce bir sigara yaktım. Bir kaç dumanlarını üfledim. Üzerimi giyinip evden çıktım. Hızlı hızlı yürüyordum, kafam çok dağınıktı. Nereye gittiğimi bilmezlik içerisinde ayaklarım beni aynı parka getirmişti. Etrafıma bakındım ama yabancı adamı göremedim. Epeyce adamın gelmesini bekledim fakat akşam oldu göremedim.
Ertesi gün, daha ertesi gün yine parka geldim ama yabancı adama rastlayamadım. Banka oturdum, gözlerim kuğu kuşlarına dalmıştı. Öğleden sonra vaktiydi. Yanıma birisi oturup selam dediğini işittim. Oydu, yabancı adam gelmişti. Heyecanla selam efendim, hoş geldiniz dedim. Epey bir süre konuşmadan oturup çevreyi seyreyledik. Sonra nasılsınız efendim diye sordum fakat yine aynı şekilde yanıt alamadım. Acaba yabancı adam beni duymuyor muydu? Yoksa hayata karşı kör, sağır, dilsiz bir şekilde yaşamayı mı tercih etmişti. Yabancıyla iletişim kurmalıydım. Bunu çok istiyordum fakat ne sorarsam sorayım yanıt alamıyordum. Yine hüzünlü bakışlarıyla gözlerinin dalıp gittiğini gördüm. Çok ilgimi çekmişti, Yabancının bir hikâyesi var diye mırıldandım. Hikâyesini merak ediyordum. Belki izin verirse kaleme alabilirdim. Uzun zamandır yazmasam da bir anda yazma isteğimi yüreğimde tekrar hissettim. Teşekkür ederim ey mucizevi hayat. Yabancı adam benimle hiç konuşmadı, yine parkın çıkışına doğru yürümeye başladı. Arkasından yürüyüşünü epeyce izledim. Onunla nasıl iletişim kurabilirdim? Parkın etrafına baktım, her taraf papatya çiçekleriyle doluydu. Bu parkta sadece papatyalar vardı. Yabancının da , sürekli papatyalara bakarak gözleri dalıp gidiyordu. Heyecanla buldum, dedim.
Ertesi gün perdelerimi çektim, güneşin içeriye süzülmesine izin verdim. Tıraş oldum, güzel bir kahvaltıyla günü selamladım. En güzel takım elbisemi giydim. Çiçekçiden en güzel papatyaları aldım ve parka doğru yürümeye başladım. Sokaktaki tanıdık tanımadık herkesi selamlıyordum. Tuhaf bir heyecan vardı içimde. O da ne! Parka geldiğimde, yabancı adam papatyalara bir şeyler mırıldanıyordu. Hızlı hızlı ilerledim, sanki adımlarım bitmiyor gibiydi. Yanına geldiğimde selam efendim, bu papatyalar size dedim. Kafasını kaldırıp bana ilk defa tebessüm edip selam evladım dedi. Banka doğru yürüdük. Derin bir iç çekip, biliyor musun papatyalar en sevdiğim çiçek dedi. Papatyalara baktıkça kızım Zeynep'im aklıma geliyor. Sevdiceğim eşim ve Zeynep'imin de kabrinde bu papatyalardan binlercesi var dedi. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da aldığım papatyalardan örgü örüyordu. Hayranlıkla hem dinliyor hem de izliyordum. Sonra yine derin bir iç çekti. Yoruldunuz mu efendim, dedim. Yoruldum dedi. Onları özlemekten yoruldum. Bir yandan şaşkınlığımı gizlemeye çalışıyor, bir yandan da onun huzur verici ses tonunu dinlemekten alıkoyamıyordum kendimi. İkimiz de adeta suskunluğunuzu bozmuştuk. Bu civarlarda mı oturuyorsunuz dedim. Evet dedi yumuşak bir ses tonuyla. Sakıncası yoksa kızınızı ve eşinizi kazada mı kaybettiniz diye sordum. Önce sustu, sonra bir ah çekti. Gözleri çakmak çakmak olmuştu. Sonra muhlis bir ses tonuyla hayatını anlatmaya başladı.
Evet sevgili okurlar, gelecek hafta hikayenin ikinci bölümünde görüşmek dileğiyle hoşçakalın.